15 Kasım 2008 Cumartesi

oteller, kitaplar ve fahişeler..

1.
otel odalarında ve fahişelerle yatılabilir.

otel odalarına ait temel önerme. otel odalarını bir tercih olarak sunduğu sanılsa da sözün özü "otel odası bir fahişedir"den başka da bir şey değildir.

2.
otel odaları ve fahişeler zamanı dokur. geceye gündüz, gündüze geceymişcesine hükmeder.

hiç bir otel odası sizi gündüz davet etmez, etse bile gece yaşanması gerekenler içindir bu davet. gece yaşanması gereken her şeyin saklandığı yerdir otel odası, farklı bir rol biçmek, gece'ye ayıp etmektir, etmeyin.

3.
ne otel odaları ne de fahişeler dakikaların onlar için değerli olduğunu belli ederler. ama biraz daha yakından tanındıklarında, ne kadar büyük bir telaş içinde oldukları görülebilir. biz kendimizi kaptırdığımızda onlar dakikaları saymaktadır.

her otel odası sizin ne zaman içinizden çıkacağınızı merak eder, erken çıkmanızı da ister, haklıdır da. nasıl bir beceri ise bu; asla size git demez, siz giderken de arkanızdan bakakalmaz, gittiğinizde de ışık hızı ile hazırlanırlar bir sonraki müşteriye.

4.
otel odaları ve fahişeler öteden beri mutsuz bir aşkla birbirlerini severler.

bir fahişeyi otel odasından, bir otel odasını da fahişeden ayrı düşünmek olmaz, ondandır otel odalarının birer fahişe gibi davranmaları.

5.
otel odaları ve fahişeler -her ikisinin de onlardan geçinen ve onlara kötü davranan bir erkeği vardır. otel odalarınınki, yolcular.

erkek gelir, kullanır ve gider. bir otel odasının en kötü erkeği onu satan değildir, her kullanım sonunda arkasında sadece "make up the room" diye not bırakan yolcudur.

6.
otel odaları ve fahişeler umuma açık yerlerde hizmet verirler - öğrenciler için.

her şehrin merkezinde kişiliksiz bir otel vardır, hergele'nin geçerken uğradığı. ve her otelin bir öğrenci indirimi vardır, belki öğrendikten sonra yine gelir diye.

7.
otel odaları ve fahişeler - onlara sahip olanlar nadiren sonlarına tanık olurlar. göçmeden gözden yitmenin bir yolunu bulurlar.

hiç bir yolcu bir otelin yıkılışına tanık olmamıştır, olmayacaktır, öyle der tevrat (niye tevrat? ismi geçince daha mı mistiktir sözler?).

8.
otel odaları da fahişeler de nasıl bu yola düştüklerini anlatan hikayeler uydurmaya bayılırlar. oysa çoğunlukla ne olduklarını kendileri bile farketmemişlerdir. yıllar boyunca "kalbin" sesine kulak verilir; günün birinde sırf hayatı gözden geçirmek için durulan bir köşebaşında kellifelli bir gövde pazarlığa başlar.

otel odasını dinlemek için gece olmasını beklemek gerekir sadece, ve mutlaka size anlatacak bir hikayesi vardır onu "bu hayattan" kurtamaya gelen beyaz atlı yolcu hakkında.. siz onu dinlerken pazarlık bitmiş olur, fark etmezsiniz, ve gecede onun "misafiri" olursunuz..

9.
otel odaları ve fahişeler kendilerini sergilerken sırtlarını dönmeyi severler.

bunu bilen yolcular otel odasından çıkarken kapıyı çarpmazlar..

10.
otel odaları ve fahişeler doğurgan olur.

her otel odası içine gelen yolcudan bir yolcu daha doğurur, onu da başka zamanda başka yollara salar, ecnebi buna zaman kırılması der..

11.
otel odaları ve fahişeler - "darkafalı yaşlılar, genç orospular." bir zamanların kötü şöhretli otellerinin ne kadar çoğu bugün gençleri eğitmekte kullanılıyor.

"eski otelleri yıkıp genelev yapmalı" demiştir bir paris'li, sonra da sıgarasını sokağa fırlatıp kırmızı değirmenin yolunu tutmuştur, pek de haklıdır burdan bakınca..

12.
otel odaları ve fahişeler kavgalarını herkesin gözü önünde ederler.

kavga sona erince de gidecek başka bir otel odasının ismini vermekten de kaçınmazlar..

13.
otel odaları ve fahişeler -birinin yatağının başucundaki dipnotlar neyse, ötekinin çoraplarındaki banknotlar da odur.

her yolcu bir not bırakır otelin odasına, giderken silmeyi unutur, bu notlar da odanın öyküsü olur.. tek farkı bu öyküler tedavülden kalkmıştır.

14.
(yani demem odur ki)kitaplar, otel odaları ve fahişeler birbirini sevmez oysa.. birinden biri varsa ortamda, diğeri gitmek ister ama fark ettirmez.. bir fahişedir otel odası, çıkarken "make up the room" dediğiniz, akşam dönünce içine gireceğiniz, sırtınızı dönüp yatacağınız bir fahişe.. eve dönünce unutulacağı kesindir..

bazı insanların (mesela edip cansever) neden otel odalarında yaşamayı tercih ettiğini anlamak için önce yaşamın ciddi bir kısmını otel odalarında geçirmek gerekiyor.. gün geçtikçe insanı nasıl kendine alıştırdığını, bir yerden sonra kendi evinden sıkıldığını anlıyor insan.. sağlıklı bir şey mi değil mi, bilemem, yine de tavsiye etmem..

yol arkadaşları;(bkz: blue hotel)(bkz: kitaplar ve fahişeler)(bkz: yolda tek başına)

sorulmayacak soru; (bkz: neden yolcusun bu kadar)

(işbu entry, memleketin farklı illerindeki otel odalarında yazılıp derlenmiş, 16.07.2003 itibari ile ekşi sözlük'te kullanıma sunulmuştur)

9 Kasım 2008 Pazar

Lüferi doldurdum kız annem

Evet efendim, bu seferki emprovize yemeğimizin adı budur; "Lüferi doldurdum kız annem".

Adından da anlaşılabileceği gibi kendisi bir kısım lüferlerden müteşekkildir. O doldurma hadisesinden ise, bir Pazar akşam üzerisinin kırmızı şaraplı (Pinot elbette - öyle de rezil, öyle de yandan yemiş burjuva edalısıyız evet) eserikliği mesuldur.

Lafı fazla dolandırmadan biraz önce uydurduğumuz, hem şarapla hem de bildiğin aslan sütüyle tadına doyamadığımız derya kuzularının tarifini verelim:

Malzemeler:

3 adet orta boy lüfer
1 adet iri kuru soğan
1 adet irice domates
1/2 demet ayıklanmış maydanoz
1/2 limon suyu
1 tutam dağ kekiği (hani iri iri olanlardan)
eserikli bir miktar teriyaki sosu
yine eserikli bir miktar taze çekilmiş karabiber

evet tuz YOK!

Efendim malumunuz lüferler temizlenir. İçerisine küp küp doğranıp tavada şöyle bir çevrilmek suretiyle öldürülmüş soğanlarımız, kıyılmış maydanozumuz, kabukları soyularak yine küp küp doğranmış domatesimiz ve kalan malzememizden müteşekkül harcımız doldurulur ve bir iplik yardımıyla bağlanarak fırın poşetine konur. Akabinde poşette bir kaç delik açılarak 230 derecede önceden ısıtılmış fırınımıza sürülür. Yaklaşık 35-40 dakika kadar sakin sakin pişer derya kuzularımız. Bu arada şarap hafiften başınızı döndürmeye, Yasmin Levy'de gönlünüzü çelmeye başlamıştır.

Nihayetinde tadına doyum olmaz bir sofradır, sizi bekleyen. Elbette, gönlünüzce bir içkiyle, yeşil bir salata ve (çok afedersiniz) pezevenk olarak fırınlanmış helvayla havlet olmuş bir şekilde.

29 Ekim 2008 Çarşamba

fraud'un feriştahı

atalarımız der ki "bana taytılını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" (benim atalarım çok öngörüşlü insanlardı, nur içinde yatsınlar). ben de kiminle tanışsam önce kartvizitini alıp, taytılına bakarım. eğer öyle bilmem ne mühendisi, bilmem ne yöneticisi yazarsa adam yerine koymam özellikle menecır, konsulting filan yazarsa hastası olurum, ölürüm uğurlarına, gül dökerim yolları (öyle böyle değil).

"ülen ibibik! fenteziyi bırak, konuya gel" diyenleriniz olabilir, hemen geliyorum abilerim. geçtiğimiz hafta sevgili dicitürk tuttu, blog sitelerine ulaşımı engelledi. sanırım istanbul'daki mahkemeler adamları ciddiye almadı uçak parasına kıyıp diyarbakır'daki mahkemeden karar çıkartmışlar (azimli adamlar helal olsun). neymiş amcanım derdi "bazı blogcular, lig tv yayınlarını kendi bloglarında canlı yayınlatıyorlar"mış, canım dicitürk'ün kasası boşalıyormuş. peki bu başvuruyu kim yapmış; "dicitürk antifraud bölümü". hah, şimdi sadede gelebiliriz canlar:

- canım ciğerim freudyenim; bilmez misin ki blog sitesinde canlı yayın yaptırılmaz? blog sitelerinde böyle bir altyapı yok ama internet'in dünyasına girersen bunu sağlayan onlarca yer var? ha diyorsan ki zamanımı çalıştığım bölüme ingilazca isim ararken bakmadım, gelir alnından öperim, gıdından makas alırım.

- bu arada canım patlıcanım, web 2.0 sana çok mu uzak? yani istersen sadece kımıl zararlısı gördüğün blogu kapattırabileceğini, diğerlerine dokunmadan inceden iş götürebileciğini sana kimsecikler dimedi mi? ya da azıcık ingilazcanla bu işi doğrudan google ile çözemedin mi? ha türkçe özürlü e-posta yazma dersi alırken bunlar gözümden kaçmış dersen, dürüstlüğünü kutlar, ulularım seni.

- ah benim istanbul delikanlım, bir kadıköy'e uzanıver de, sağda solda uydu alıcılarına dicitürk kartları satan adamları da bir yasakla bakiyim. hatta birkaç tanesini yakala, burnunu kır, üzerlerine bu adama erişim tarafımdan engellenmiştir yaz. ha dersen ki, benim gücüm klavyenin tuşlarına yetiyor, daha yeni burun kırığım düzeldi, bir daha bir tarafım yemiyor o zaman sus da adam sansınlar derim, bir bardak soğuk su veririm, burnunu pamuklara bile sararım.

- piar'ım süper, orda burda (misal turk.internet.com'da) karalayan arkadaşlara "bizi protesto eden korsandır" dedirtmek nasıl bir feriştahlıktır? hangi terbiye ile büyüdün canım benim, viktorya döneminde bile böyle adam yoktu (olanları da canlı canlı yakarlardı halkın ahlakını korumak için). hayır bir şekilde kutlamam lazım seni, yapamıyorum. olmuyor canım benim, bir noktadan sonra söyleyecek laf bulamıyorum, istesem de adam yerine koyamıyorum.

neyse, canlarım benim, dünya güzellerim. sevgili dicitürk üyeliğimi yıllar önce iptal etmiş bir insan olmanın haklı gururunu yaşayarak selam ediyorum hepinizi. bir dönem yasal boşluklardan yararlanarak "korsan yayın" yapmış bir platformu bugünlere getiren herkese sevgili popom ile birlikte teşekkür ediyor, gözlerinden öpüyorum.

11 Ekim 2008 Cumartesi

huysuz'un günlüğü: cunda

(baştan söylüyorum efenim, huysuz bir yazı bu)

efenim, öğrencilik yıllarımdan beri duyduğum bir yer vardı cunda diye. hani her cücük burcuvanın hayalindeki "başlarım ulan istanbul'un derdine tasasına, küçük bir sahil kasabasına gideceğim, organik yaşayacağım" repliklerinin sonrasında adı mutlaka geçerdi. aman da evleri şöyle eski rum evi, sokakları arnavut kaldırımı, balıkçıları pek bir feylezof filan. zeytinyağlı yemeklere değinmiyorum bile, orada bir hafta kalanlara fahri detoksör ünvanı bile verildiği vakidir, allah canımı alsın. hele bir de öğrenci formatında, sırtına çantasını atıp otostop ile cunda'ya gidip gelenlere hacı gözüyle bakardık (üstelik başına bir iş gelmedi ise kurban bile keserdik, öyle böyle değil).

ama canlarım ciğerlerim, cunda dediğiniz o cücük burcuva efsanesinde değil artıkın. aslında "artık" kelimesini kullanmaya hakkım yok, zira sadece bir defa gittim. sağ olsun, eski arkadaşlar, internet ortamları, sevgili gazetelerin "tatil" ekleri sayesinde tüm lokantalarını, tüm butik otellerini biliyorduk, sadece tavaf etmemiz eksikti (her kuşu halletmiştik yani, sıra leylekteydi).

neyse, lafı uzatmayalım abilerim, ablalarım; bizi fena halde düdüklüyorlar. hani bir kulak arkası kalmıştı ya, o hesap. daha yaklaşırken çocukluğumun kabusu yazlık evlerini sizi pandik atmaya başlıyor. hah, emekli kıdemli kademeli emmeli gömmeli başçavuş ve ailesi bize bakıyor. adamın 'sas duruş halinde bahçe sulaması bile bir garip. "akşam sefaları, istikamet duvar, marşşş marşşş". iğrenç mimari ve şehircilik bölüğü sıra sıra dizilmiş denyo binaları ve promosyon olarak verilen teknecikleri ile emir ve görüşlerinize hazırdır komtanım.

(dakika bir gol bir: yazlıkçı işgali, itina ile iğdişin ilk adımı)

bu arada, geldiğimiz yerin isminin "alibey adası" olması ayrı bir mevzu. zittin senelik cunda'yı at, yerine alibey koy (aman da atımın eğerine kelebek kondu).

(dakika iki, bir ara pası ile altıpasta karambol)

daracık sokaklara hoşgeldiniz kardeşler. allah'tan hala yerinde duran binalar var, yoksa kimse beni oradaki rumları sürdüğümüze inandıramayacaktı. pardon, mübadeleydi değil mi? 6-7 eylül, varlık vergisi filan? pek totoşsunuz hayırsız bey, pekk.

(dakika on beş, kendi kalesine gol atan teknik direktör)

ne anlatmışlardı cunda masalında? hah arnavut kaldırımlar. valla yerlerinde duruyorlar, hem de önemli bir kısmı. yani "turistik bölge" içinde kalan kısmı. ne oldu hayırsızcık? beğenemedin mi iki adım sonra karşına çıkan asfaltı yoksa haspam? hadi canım, hadi. git bakalım çakma butik oteline (yahu ismi bile gudik: butik ezer otel. at yalanı, seveyim inananı). galiba pek "popüler" kelime bu "butik otel" şeysi, hatta "boutique" diye yazmayanı dövüyorlarmış. üstelik otelin tanıtım broşüründe "denize sıfır" olduklarını yazmışlar, otel ile deniz arasındaki otel sahibine ait villayı utanmadan saklayarak.

(dakika yirmi iki, tribünlerden yedek kulübesine pet şişe atılıyor)

yol yorgunusun ya, ondandır huysuzluğun diyenler olmuştur aranızda. darılmazsanız size "nah yol yorgunluğundandır" demek istiyorum. hadi bir suya girelim dedik "denize sıfır otelin" önünden. canlarım benim, hemen sahilin bir kısmını kapatıp "ezer otel misafirlerine aittir" tabelası koyuvermişler. olur da, iğrenç bir tatilci gelip, otel müşterilerinin -ah pardon- misafirlerinin rahatını bozar diye. yeşil bir halıfleks üzerine plastik şezlong ve ucube bir şemsiye vaad ediyorlar size. yerseniz tabi..

(dakika otuz beş, hakem çimleri yemeye çalışan iki oyuncuya sarı kart gösterdi)

her günün sonu bir akşam ve akşamın yalanı sevgili balık lokantası sevgili romalılar. o kadar yazlıkçının, ossuruktan teyyare otelin olduğu yerde ne olur? evvet, dokuz numara doğruyu bildi, yanyana dizilmiş, bol çığırtkanlı, garip giyime sahip garsonlu mekanlar. ışıl ışıl olmak için floresana abanmış arkadaşlar, yüz metre öteden gözüne fener tutulmuş tavşan gibi oluyorsunuz. lan, ne oluyor dur bi diyene kadar masaya kuruldunuz bile. sevgili garson, komiye yalandan bey diye seslenerek meze tepsisini getirtiyor, ufacık tabakcıklarda mezecikler geliyor. "ufak rakım kalmadı ama istersen bir büyüğü böleyim" diyor sempatik garson ve önceden açılmış bir şişeyi kakalayıveriyor. eh ne yapalım, haydin "rakı doldur, eksilmesin".

(dördüncü hakem, dört dakika eksik oynanacak dedi)

böylesi akşamlarda rakı çabuk biter, kızarmış ekmek gecikir belki hiç gelmez, papalina tava salınır da derdimi bilmez ama hesap genelde kol gibi girer. olsun, çağımız kredi kartı çağı; sevgili kıçıma pin kodu ile batıyor bir şeyler. bu batığın, pardon yemeğin üzerine kahve lazım yenge, bak karşıda taş kahve var. çek tatilciye bir sakızlı kahve, az şekerli bol köpüklü. aaa şu karşıdaki zintingon firmasından mehmet bey değil mi? hemen öpüşelim, güzelleşelim, siz de mi buralardasınız diyelim. ben dedim misal, iyi geldi. sakızlı kahve olur da dondurması olmaz mı? otele dönerken huysuzluğunu sevdiğini fark ediyor insan. en azından ben, en kahraman rıdvan..

(ilk yarının son düdüğü ile şeref tribününe sessizlik hakim oluyor)

böylesi yerlerde ikinci günün özel bir önemi vardır. sevgili önyargılar yıkılır, yerine orada geçecek zamanın nasıl değerlendirileceğine dair tatlı bir telaş gelir. daha verimlidir o yüzden, en azından insan geldiği yeri araştırmaya zaman bulur. tam cunda'nın popüler kültürden uzak duran yukarı mahallesine kaçma zamanıdır. tabi bu evlerden birinde çekilen tv dizisinin ekibine yakalanmazsanız.

(ikinci yarıdaki ilk karşı atak şansı, orta sahadaki top kaybı ile son buldu)

yine de inadım inat, kıçım (ki bugün kendisinden çokca bahsettim sanırım) iki kanat diyorsanız daha da yukarıdaki sokaklara gitmek gerek. tepedeki değirmen ve civarı "ünlülerin akın ettiği" cunda'dan arta kalan bir vaha gibi. buranın gerçek sahiplerine ait mimari ve şehircilik hala yaşıyor. yorucu bir yokuş da olsa, hala nefes alan bir yerleri görmek güzel. pek tabi ki, denyo memleketim insanı tarafından hacamat edilen, duvarlarına abudik gubudik yazılar yazılan yıkık manastır size damarlarınızdaki asil kanı hatırlatacaktır. vay be, ahmet ayşe'yi nasıl da seviyormuş, kaç senedir kalkmadı o sprey boya yazısı.

(eski forvetler nerede diye sordu lefter, aşkale'de taş kırıyor dedim)

aslında istenirse cunda'ya dair huysuzluklar çoğaltılabilir. özellikle popülerleşmenin, sonradan görmeliğin getirdiği tüm çirkinliklere rağmen cunda'da hala ayakta duran bir şeyler var. mesela hala zeytin ağaçları duruyor (eminim onlar da yakında yazlık olur), keyif veren lokantalar var (misal girit mutfağı), kedili bir kitapçısı var. yani biraz zorlanırsa, buradan da keyif almak mümkün. değil mi? ı ıh mı? peki..

(bu da mı ofsayt hakimim, bu da mı?)

küçük kafaların işlettiği otelden ayrılırken bayramın birinci günü diye oraya akın eden insanlara bakarken, asıl normal olanın onlar olduğunu anladım. bu kadar insan buraya koşarak geldiğine göre hayırsızcım, "yoksa ben miyim anormal" deme zamanı kuzuciğim.

(soyunma odasına giderken sorularımıza cevap vermeyen kaleciyi dövdük)

bazı mekanlardan ayrılırken beyatlı'yı anmak gerekiyor. ben cunda'nın en çok arkamda kalışını sevdim.

(önümüzdeki maçlara bakıyoruz: foça)

7 Ekim 2008 Salı

tenedos.......bozcaada

İlk anda güzelliğini belli etmeyen bir yer bozcaada ama ada da zaman geçirmeye başladıktan sonra vazgeçemeyeceğiniz bir yer Ayrıca beklenmeyecek süprizlerle dolu ..... Uzaktan kurak görünsede adanın içerisinde karşınıza çıkanlar sizi şaşırtacak buna eminim
Nelermi var?

şimdi bu adam çok mu abartıyor diyebilirsiniz :)


ama ben diyeyim yinede bir defa adaya gitmenizi tavsiye ederim ada ile ilgili yazacaklarım aslında çok fazla inanın bunu kelimelere dökmekte zor .. Adanıngüzel bağ evleri...rüya gibi kumsalları pırıl pırıl temiz denizi, özel gizli küçük koyları şarapları ve yemeklerini keşfettiğiniz anda kendinizi mutlu hissedeceğinizden eminim



Öncelikle biraz Adanın tarihi hakkında bilgi vermek isterim...

Bozcaada, Tenedos Ege Denizi’nin kuzeyinde, Çanakkale iline bağlı küçük bir ada. Türkiye’nin üçüncü büyük adası olarak Çanakkale Boğazı’nın hemen girişinde yer alıyor. Yerleşim, adanın kuzeydoğusunda yer alan ilçe merkezinde toplanmış. Bunun dışında herhangi bir köyü bulunmuyor.
Yüzölçümü etrafındaki adacıklarla beraber 37.6 km2, çevresi 38 km. Adanın anakaradaki feribot iskelesine uzaklığı 6 km.Ulaşım büyük bir arabalı vapurla sağlanıyor ve yolculuk ortalama yarım saat sürüyor. Yaz sezonunda karşılıklı yapılan sefer sayısı altıyken, bu sayı kışın üçe iniyor.500 yıldır Türkler ve Rumların bir arada yaşadıkları Bozcaada’nın nüfusu 2500 civarında. Tarih boyunca göç alan ve göç veren adadaki Rum nüfus artık yalnızca 25-30 kişi. Son yıllarda büyük kentlerden gelip yerleşenlerin sayısı ise her geçen gün artıyor. Yazın gelen turistlerle birlikte ada nüfusu 5000-10.000 arasında değişiyor. Kışın ise nüfus 1000’e kadar inebiliyor. Adada bir ilkokul ve bir lise bulunuyor. Toplam 300 civarı öğrenci eğitim görüyor.
Görülecek yerler tabikii tavsiye :)

Bozcaada kalesi-ilk adaya geldiğinizde göze çarpan heybetli bir kale türkiyenin en iyi korunmuş kalelerinden biridir.

Bozcaada müzesi-Bozcada müzesi tamamen bireysel bir girişimci ürünü adanın eski ailelerinin fotografları ve ailelere ait olan eserleri ve kullanılan malzemeleri görebilmenizi mümkündür Ayrıca Ara gülerin 1955 yılında çektiği resimler mevcut..görülmeye değer.

Ruzgar gülleri -Büyüleyici bir görüntü ve terkedilmiş bir deniz feneri ....ruzgar gullerinin çıkardığı ses halen kulaklarımda

Şarap fabrikaları :


Adada 4 adet şarap fabrikası mevcut ..tadım yaparak şarap alabiliyorsunuz.)






Bozcaada'nın en çekici yanlarından biri tertemiz denizi ve koyları. İlk defa gelenleri oldukça şaşırtacak güzellikteki irili ufaklı koyların çoğu denize girmek için uygun. Adanın denizi genel olarak soğuk ama insanı dinç yapan etkisine alışıyorsunuz.ajandama yazdığım illaki göreceğim yerler ..1o adet koyu var







Ayazma plajı...en popüler


sulubahçe ...ayazmanın yanı


habbele plajı ayzmadan sonra tesisi olan bir plaj


poyraz liman ..yürüyerek ulaşım


tekirbahçe ve tuzburnu koyu ...akvaryum koyu

hepsi çok keyifli ve harika


BozcaAda anlatmaktan bitirilemiyecek bir yer ...halk arasında Türk ve Rum mahallesi olarak ikiye ayrılıyor. İlçe merkezi küçük ve yürüyerek gezmesi kolay, sokaklar boyunca gezerek keşfetmelisiniz...Özellikle Rum mahallesi çok güzel evlerle dolu Adanın nostaljik havasını hissetmek için ara sokaklar gezilmeye değer...


Adada konaklamak üzere her bütçeye uygun yerler var ..bizim tercihimiz bu doğrultuda


1800’lü yıllarda Rum İlkokulu olarak yapılan binasıyla Ege Otel, adanın en eski otellerinden biri. 1923 yılında kapanan okul daha sonra Türk ilkokulu olarak yeniden açılmış ve 1963 yılına kadar öğrenci yetiştirmiş. Sonraki yıllarda el değiştiren yapı, bakımsızlıktan yıpranmış ve yıkılmaya başlamışken imdadına burayı otel yapmak isteyen birileri yetişmiş. 1986 yılında Kültür Bakanlığı’ndan alınan izinle dış görünümü aynı kalmak üzere, iç kısmı otel olarak yeniden inşa edilmiş.
1995 yılından beri Ege Otel ismiyle işletilen mekanın oda kapılarının üstünde şiirler yazılı, koridorlarda çok sayıda yağlı boya orjinal tablolar asılı...Oda kapılarında yazılı ünlü şairlere ait dizelere göre bir oda seçmek ise kendi kendinize oynayacağınız küçük bir oyun olabilir.
Üç katlı binanın üst katındaki odaların önünde geniş balkonları bulunuyor. Odaların hepsi aydınlık ve zevkle döşenmiş. Otelin çiçeklerle dolu bahçesinde ise gün boyunca vakit geçirebileceğiniz gölgelik bir çardağı da bulunuyor.

otel ile ilgili bilgiye aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz





evet gelelim adanın gelinciği ada kafeye :)


Ada kafe yi düşündüğümde ilk aklıma gelen adana kafenin sahibi semra hanımın yapmış olduğu deniz ürünleri pilavı.... tadı halen damağımda...



Neresi bu ada kafe ?



Ada Cafe, şehir hayatından koparak adaya yerleşen bir çift tarafından bundan 12 yıl önce adanın ilk kafesi olarak açılmış. Hem adaya kafe kültürünü taşımışlar, hem de adaya gelenler için danışman olmuşlar. Turizmin henüz gelişmediği yıllarda gelen turistlere etrafı tanıtmakta gösterdikleri çaba,
Ada Cafe, sadece yiyip içeceğiniz bir yer olmanın ötesinde hala adayla ilgili birçok bilgiye ulaşabileceğiniz bir yer
Kafenin menüsü ağırlıklı olarak Ege mutfağından oluşuyor. Ege’ye özgü yabani otlardan hazırlanan yemekleri menülerine ilk koyduklarında yadırgayanları çok olmuş. Ama şimdi ada restoranlarının çoğunda yer alıyor bu ot çeşitleri.
Ada Cafe’nin gelincikle özel bir bağı var. Kendi elleriyle topladıkları gelinciklerden yapılan şerbeti kafenin olmazsa olmazlarından. Gelincik kokteyli, gelincik muhallebisi yine gelincikten aldıkları ilhamla yarattıkları diğer lezzetler. Gelincik şerbeti ve gelincik reçelini kafeden satın almanız da mümkün.
Melih Bey aynı zamanda adayla ilgili ilk internet sitesini kuran kişi. http://www.bozcaada.info/ adresine girerek adayla ilgili ,yılların tecrübesinin getirdiği pratik, güncel ve ayrıntılı bilgilere ulaşmanız mümkün


ve ve veee son bilgiler
***Adaya ulaşım sadece bir arabalı vapur ile sağlanıyor

***Adada sadece Ziraat Bankası var.


***Günlük gazeteler için sabahın en erken feribot seferini beklemek gerekiyor.


***Adada toplu taşıma sadece Ayazma plajına giden minibüslerle sağlanıyor. Adanın her köşesini keşfetmeniz için size ait bir taşıt şart


***Adada bisiklet, scooter ve az sayıda araba, jeep kiralamak mümkün.


***Bozcaada'da 24 saat esasına göre çalışan, içerisinde diş ünitesi, röntgen cihazı ve laboratuar bulunan bir sağlık ocağı ve bir eczane bulunuyor.
Adada görüşmek üzere ...

6 Ekim 2008 Pazartesi

Fokai'nin tadı serisi I: Foça Öğretmen Evi

Eski Foça'nın, hatta eski adıyla Fokai'nin, hem lezzetli ve ucuz hem de en mütevazi yeri Foça Öğretmen Evi.
Foça sahilinde eski taş bir bina, bahçe içerisinde. Taze balık, çeşit çeşit meze, rakı, sükunet, Foça'nın olmazsa olmazı kedigiller sülalesi ile bahçesindeki ahşap sandalyelerde oturup, doğan aya kadeh kaldırabileceğiniz bir yer.

Alt tarafı yirmi adım ilerisinde restoranlar silsilesi başlamasına rağmen, ne onlar kadar kalabalık ve gürültülü ne de onlar kadar pahalı. Aynı balığı, aynı mezeyi, aynı rakıyı neredeyse yarı fiyatına yiyebileceğiniz bir yer.

Genelde Foça'ya gelen turistler tarafından pek bilinmiyor. Zira, normalde bir Öğretmen Evi'ne girmek için şart olan kimlik kartı burada şart değil. Ama öğretmen kimliğiniz varsa ödediğiniz bedel daha da düşüyor elbette. Sanırım öğretmen kimliğinin şart olduğu düşüncesiyle, çoğunluğunu yerli turistlerin oluşturduğu "Foça akşam üzeri yiyici kafilesi" tarafından henüz keşfedilmemiş bir yer. Hem bana keşfedilmek için özel çaba da harcamıyorlarmış gibi geliyor, iyi ki.

Buranın bir güzel tarafı da yine az ilerideki balık halinden kendi aldığınız taze balıkları getirip onlara vererek istediğiniz gibi pişirttirebilme güzelliği. Üstelik bunu da kaç kişi olursanız olun sadece 5 YTL'ye yapıyor olmaları. Evet, yeşil Efe yok mönülerinde ama olsun Yeni Rakı'da candır. Hele de bahçesinde sakin sakin demlenebileceğiniz eski taş bir binanın gölgesindeyseniz...


Bu da Foça Öğretmen Evi'nin yıllar önceki hali işte...


Foça Öğretmenler Lokali

Adres: Fevzipaşa Mah. Sahil Cad. No:64
Foça Merkez/ İzmir
Tel : 232 812 37 12

30 Eylül 2008 Salı

Büyülü kent: Mardin

bir kent düşleyin, terebentin gibi sizi çözen bir kent... tüm kaygılarınızdan, entelektüel zirvalarınızdan sizi sıyıran bir kent... emin olun o kent Mardin. tüm sahiciliğiyle gerçekten varolan bir kent üstelik.




taklarla donatılmış dar sokaklarını bir kadının uyku sıcaklığındaki bedenin kıvrımlarını dolaşır gibi dolaşın örneğin... dikkat edin, ara sıra babaannelerinizin beyaz önlük yakalarını kolalamadan önce kullandığı ozon kokusu gelecek burnunuza, hemen gülümseyin ki çakır gözlü oğlan çocukları cevizli sucuklar versin size...


aşık olun mesela Mardin'de... kente aşık olun, sokaklara, insana, havaya... aslında kısaca, derin ve sahici bir soluksa ihtiyacınız olan üşenmeyin, atın üzerinizdeki talaşları gidin Mardin'e!

Al Yazmanın Oyası


Adile Yadırgı'nın "Seyr-i alem" adlı, hakikaten alemi seyreylerken içinize içinize işleyen sesiyle hayat bulmuş albümünün ikinci türküsüdür.
Muğla-Ula yöresine ait bir eserdir. Pek nefistir.

Şuradan dinlenebilir sanırım;

Palyaço

bir turgut uyar şiiri..

i.

kaç kişiyi öldürdüm düşlerimdekaç kilo çekerdi yalnızlıkkaç kere ezildim altındayaz yağmurlarının
belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahlarıher sirk geldiğinde ağlamaklı olurdukhep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize
kim sevmezdi çiçekleri filan"ben sevmezdim" dedim, "yalan" dedi
bunu palyaço söyledi,palyaço söyledi ben yazdımyazdım, yazmasam ağlayacaktım
herkes ağlarmış biraz, ben de ağladımsırf bu yüzden mi ağladımalçaklık gibi bir şey oldu bu biraz
biraz birazdım her şeydendün biraz sinirlenmiştim meselayarın bir kadını seveceğim birazbiraz biraz kör oldum bügünlerde
ama rakı kadehlerini boşaltmayıneksilmesin hiçbir şeyhiçbir şeyden dahi olsakalsın biraz

ii.

umursamıyorum yılgınlığımı filançünkü sessizce yaşanmalı her şeybir devrim sesszce olmalı meselave her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun
bir palyaço neden yalan söylesin kiben palyaço olsaydım söylemezdimmarangoz olsaydım da söylemezdimben insan olsaydım yalan söylemezdim!
hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığınıkaç kilo çeker ki bir palyaçohem neden yüzüme vuruyorsunuzbir çirkin ördek yavrusu olduğumu
gocunmam ki ben, ben gocunmambir palyaço ne kara gocunmazsao kadar, o kadar gocunmam işte
rakı doldurun! eksilmesin

iii.

bitmedi, yazacağım dahayazmazsam ağlayacağım çünküalçakça olacak biraz
hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdikher sokakta biraz daha eksilirdik bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazenbazen birisi fısıldarmış gibi olurdu"duyamadım", derdim, "tekrar et!"sessizliğe bürünürdü o vakit her şeysokaklar daha bir puslupalyaçolar daha bir ağlamaklı olurduve ben daha bir alçak olurdumağlardım biraz
hem sen kimsin, çekiştirme diyorumhatta kuyruğuma basma diyorumacıyor, tırmalarım,-diyorum
kahrol, kahrol!diyorum

iv.

geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosundakorktum birden, kusacak gibi oldum"olur öyle" dedi palyaço,"herkes alçaktır biraz""otur ulan!" dedim, bağırdım onaben bazen bağırırım biraz
"rakı doldur!" dedim, "eksilmesin!"ben bazen eksilirim birazaslında hepimiz eksilirmişiz birazbunu sonradan öğrendim
ben aslında her şeyi sonradan öğrendimherkes herkesi sonradan öğrenirmişbunu da sonradan öğrendim
örneğin;
geçen gün bir kadınla seviştimbiraz değil çok seviştim
ya işte öyle palyaçodiyorum ki,bunu da yeni öğrendimsevişmek de eksilmekmiş biraz

v.

kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan"ben sevmezdim" dedim, "yalan"dedibunu palyaço söyledipalyaço söyledi, ben yazdımyazmasam, alçak olacaktımhem ben roman da yazdım biraz
bazen diyorum ki, palyaço,sen olmasan ben ne yaparımalçakça eksilirim belki birazher yağmur yağışında yerindi dibine girerimhiçbir kadının kasıklarını öpemem belkiya da unuturum sonradan öğrendiklerimi
biraz biraz anlıyorum ki,yüzler eller, o terli vücutlar filanher şey plastikmiş biraz

vi.

haydi sirtaki yapalım palyaçorakı doldur, yine eksildik biraz

Beşpeşe


dikkat: kitabı okumayanlar için hafif dozda spoiler içerebilir!

beşpeşe, türk edebiyatında bülent erkmen'in girişimiyle belki de ilk defa beş yazarın peşpeşe birbirlerinin bıraktığı yerden öyküyü devam ettirme çabası.
öykünün yazarları sırasıyla murathan mungan, faruk ulay, elif şafak, celil oker ve pınar kür...

öyküyü kurgulayan, zehra'yı ve ilişkiler ağını yaratan murathan mungan... her zamanki duru ve sahici uslubuyla hem öyküye hayat vermiş, hem de kendinden sonrakine leziz bir zemin hazırlamış -ki sanırım bülent erkmen amcanın da murathan mungan ve pınar kür gibi iki ismi başa ve sona yerleştirmesinin bir numaralı sebebi bu-.

sonra sahneye faruk ulay çıkıyor. öyle komik bir amca ki bu ulay, artık ilginç olmak için mi,
yoksa o mutheşem gustosunu dil bilgisi alanında da kanıtlamak için mi bilmem, işaret parmağı
demek yerine imgeleme parmağı diyen bir amca. ayrıca o sonsuz egzantrik yemek ve içki bilgisi
birikimini adete bir tuğrul şavkay edası ile okuyucunun gözüne gözüne sokuyor. eminim bundan
sonraki hayatında memleketimizin ve dahi mübarek gezegenimizin güzide gurme ve life style
dergilerinde muzaffer bir yer edinir. ama mümkünse öyküye bulaşmasın diye dualar etmekten de geri duramıyorum.

ve dadadam. o ağlak, vıcık vıcık ve ne dediği anlaşılmayan, sylvia plath ablamızın yandan yemiş
uslubuyla elif şafak hanımefendide sıra. yahu insan okur hatrına, hadi o da olmadı bari allah rızası için önüne gelen metinleri bir okur önce. ama hayır ablamız o muhteşem marjinal ve ne dediği belli olmayan uzunnn, ağdalı cümlelerini kurmaktan geri durmuyor. üstelik o derece serdengeçti ki, kendisinden önce yazanların neyi/nasıl yaptığına dahi bakmadan ve hikayenin bütünlüğünün bozulup bozulmamasını umursamadan, öyküye o meşhur "bunalımlı-aydın-kadın-yazar" uslubu olan ikinci tekille başlayıp pervasızca üçüncü tekile geçerek okura vurgun yedirmekte sakınca görmüyor. tabi bu arada öyküyü öyle yalın bırakmak olur mu canım hiç! hemen zehra'ya bir eşcinsel ve depresif havası veriyor ablamız ki arada insan "acaba murathan mungan abisine çaktırmadan bir kıyak mı geçiyor" diye düşünmekten kendini
alamıyor. yeri gelmişken elif şafak da tıpkı faruk ulay gibi kendi hikayesine baştan başlamakta sakınca görmüyor.

sıra polisiye romanlarıyla bildiğimiz celal oker'de. efendim kendisinin chapter'ına başlamak okur
için adete bir rahat soluk almak gibi. zira onca david lynchvari kaotik cümleden sonra sayfalar aydınlanıyor resmen. gerçi okur arada sharlock holmes'tan, doyle'un tasvirlerinden ve agatha christie romanlarındaki "katil herkes olabilir" savından nasibini de alıyor ama o kadar da olsun artık.

neticede tartışmasız bir isim alıyor eline sazı, pınar kür. ve milletin hallaç pamuğuna çevirdiği,
saçmalayıp dağıttığı öyküyü biraz da ders verir bir eda ile hakkınca toparlayıp, paketleyip,
"çocukların kusuruna bakmayın işte toyluk" dercesine okurun önüne koyarak rahatlatıyor.

gelelim bülent erkmen'in kitap ve kapak tasarımına. kabul etmek gerekir ki, son derece başka ve oldukça ilgi çekici hatta güzel bir tasarım. lakin o ince sayfalar ve naylon kapak (kısaca ucuz maliyet) için etikete koyulan meblağ oldukça fahiş.

neticede ne olursa olsun, birbirinden bunca farklı 5 ayrı yazarın birbirlerinin metinlerine müdahale etmeden bir öyküyü kotarmaları oldukça zor bir iş olsa gerek. öyle ya da böyle kitap fahiş etiketine rağmen türk edebiyatının ilkleri arasında başarılı bir çalışma ve her okurun kütüphanesinde yer hakediyor.

Girit Mutfağı

Ayvalık-Cunda Adası'nın nefis Girit yemekleri yapan restorantı. Her şey taze, her şey özenli. Emine Hanım, Girit Mutfağı'nın Selanik göçmeni sahibesi. Son derece sıcak kanlı, güler yüzlü ve hünerli bir ev sahibi.